ÇITIRTI

Gökyüzü orada duruyor
İnsan yürümüş hayvan üşümüş
Lakin ayaklarınızın tam altında ezdiğiniz ot değil
İçimdeki kıyamettir.

Biraz kenara çekilirseniz ses vereceğim
Birkaç değil bin kuş kan verecek
Çıplak bir kurşun geçecek
Tam şakağımın ortasından

Bir denizi boğacağım düşlerimde
İs vurunca kıyılara.
Dişlerinize zehir bağlanacak zaman
Susamışsınızdır elbette.
Bir dağ duruyor elimde
Işık vurunca yanacak
Küllerimden doğacak binlerce hüzün çocuğu

Susmak bir bıçaktır artık zamana saplı
Ve ben her çığlıkta biraz daha eskiyorum kendimden

ANIL TOPÇU

Manchester by the Sea: Taşınamaz Olanın Ağırlığı Üzerine

İnsan ruhunun en büyük trajedisi, unutamadığı anılarla yaşamaya mahkum olmasıdır. Kenneth Lonergan’ın başyapıtı “Manchester by the Sea”, tam da bu mahkumiyetin en derin, en karanlık sularında yüzen bir anlatı. Film, modern sinemanın en çarpıcı travma hikayelerinden birini anlatırken, bazı yaraların o kadar derin olduğunu gösteriyor ki, iyileşmek adeta bir ihanete dönüşüyor.

Lonergan’ın minimalist yönetmenlik anlayışı, Jodi Lee Lipes’in soğuk ve mesafeli sinematografisiyle birleşince, New England’ın dondurucu atmosferi karakterlerin iç dünyalarının adeta görsel bir şiirine dönüşüyor. Filmin zamanda ileri geri sıçrayan yapısı, travmanın doğasını kusursuzca yansıtıyor: Geçmiş asla geçmiş olmuyor, her an şimdiki zamanın tam ortasına düşüveriyor.

Bazen hayatta kalmak, en büyük direniş biçimidir. Lee Chandler’ın (Casey Affleck) varoluşsal savaşı tam da bu noktada başlıyor. Freudyan psikanalizin “bastırma” kavramını beden bulmuş haliyle karşımızda duran Lee, modern insanın en büyük çıkmazını temsil ediyor: Affetmek mümkündür, unutmak imkansız; yaşamak ise bu ikisi arasında sıkışıp kalmaktır.

Acı, insanı ya daha insan ya da hiç insan yapan tek gerçekliktir. Film bu gerçekliği öyle ustalıkla işliyor ki, Sartre’ın “Cehennem başkalarıdır” önermesi adeta tersyüz oluyor: Lee için cehennem, başkalarıyla gerçek bir bağ kuramamanın ta kendisi. Heidegger’in “dünyaya fırlatılmışlık” kavramı, Lee’nin Manchester’a zorunlu dönüşünde vücut buluyor. İnsan, kaçtığı yere geri dönmeye mahkum edilmiş yegane varlık belki de.

Filmin işçi sınıfı portresindeki incelikli dokunuşlar, bireysel travmanın toplumsal boyutunu da gözler önüne seriyor. Kader, sınıfsal dinamiklerin görünmez eliyle şekilleniyor. Bu noktada film bize şunu fısıldıyor: İnsan, taşıyabileceğinden fazlasını taşımaya mahkum edilmiş yegâne varlıktır.

Lonergan’ın anlatısı, modern insanın varoluşsal çıkmazlarını en çıplak haliyle sergilemeyi başarıyor. Travma, sadece psikolojik değil, varoluşsal bir deneyime dönüşüyor gözlerimizin önünde. Film boyunca hissedilen o dondurucu soğuk, aslında hepimizin içinde taşıdığı o derin yalnızlığın, o kapanmaz yaranın somutlaşmış hali belki de.

Manchester by the Sea, iyileşmenin her zaman mümkün olmadığını, bazı yaraların kanayan birer ağız gibi sürekli konuşmaya devam edeceğini cesurca söylüyor bize. Ve belki de en önemlisi, insanın en büyük trajedisinin bu yaralı haliyle yaşamaya devam etme zorunluluğu olduğunu hatırlatıyor. Çünkü bazen, sadece devam edebilmek bile, başlı başına bir kahramanlık hikayesidir.

ANIL TOPÇU

The Banshees of Inisherin: Varoluşsal Yalnızlık, İnsan Doğasının Kırılganlığı ve Sinematik Anlatının Gücü

The Banshees of Inisherin (2022), Martin McDonagh’ın ustalıkla kaleme aldığı ve yönettiği bir film. Yüzeyde basit bir hikaye gibi görünen yapısı, derinlemesine incelendiğinde insanın varoluşuna dair evrensel sorular barındırıyor. Filmin merkezinde yer alan iki karakterin dostluğunun beklenmedik bir şekilde sona ermesi, sadece bireysel bir kırılma değil, aynı zamanda insanın kendisiyle, toplumla ve hayatla olan çatışmasının bir metaforu olarak da okunabilir. Bu incelemede, filmi psikolojik, felsefi ve sinematografik açılardan derinlemesine analiz edeceğiz.

Filmdeki karakterler, kendi iç dünyalarının karmaşasıyla yüzleşirler. Colm (Brendan Gleeson), uzun zamandır sürdürdüğü dostluğunu aniden bitirerek, hayatının kalan kısmında farklı bir anlam arayışına girer. Bu, bir kriz anıdır; Colm, yaşamının son dönemlerinde, geriye dönüp baktığında, kendisini sıradan bir hayatın ve sıradan ilişkilerin içinde sıkışmış bulur. Sanatsal ve entelektüel bir doyum arayışına giren Colm, bu anlam arayışını eski dostu Pádraic (Colin Farrell) ile bağlarını koparmakta bulur. Colm’un içsel çatışması, insanın kendi varoluşunu anlamlandırma mücadelesiyle bağlantılıdır. Hayatında bir değer yaratma arzusuyla, dostluk gibi temel insani ilişkilerden vazgeçişi, psikolojik bir kırılma noktasını işaret eder.

Pádraic ise Colm’un tam zıttı bir karakter olarak karşımıza çıkar. O, hayatı olduğu gibi kabul eden, sıradan olaylar ve rutinlerle mutlu olan bir insandır. Colm’un onu aniden dışlaması, Pádraic’i anlamadığı bir boşluğa sürükler. Film, bu iki karakterin etrafında şekillenen psikolojik çözülmeyi gözler önüne sererken, aynı zamanda dostluk, reddedilme ve yalnızlık temalarını işler. Pádraic’in Colm ile dostluğunu yeniden kurma çabaları, insanın kabul görme ve varlığının bir anlam taşımasını arzulama halini yansıtır. Bu süreç, Pádraic’in ruhsal olarak dağılmasına ve sonunda daha karanlık bir yola sapmasına neden olur. Bu iki karakter arasındaki çatışma, insan doğasının kırılganlığını ve duygusal bağımlılıklarını açığa çıkarır.

McDonagh, filmde insanın varoluşsal sancılarını felsefi bir derinlikle işler. Colm’un, hayatta geriye kalan sürede sanatsal bir miras bırakma arzusu, Sartre ve Camus’nün varoluşçu düşüncelerini hatırlatır. Colm, yaşamın anlamsızlığını fark ettiği noktada, kendi anlamını yaratmak ister. Ancak, bu yaratım süreci sırasında, insan ilişkilerini arka plana atması ve Pádraic’i hayatından çıkarma çabası, insanın yalnızlıkla olan kaçınılmaz ilişkisini vurgular.

Albert Camus’nün “absürd” kavramı, Colm’un bu noktadaki içsel çatışmasıyla örtüşür. İnsan, dünyada bir anlam arayışına girer, ancak bu anlam hiçbir zaman tam olarak bulunamaz. Colm, hayatını müziğe adayarak, bir anlam yaratma çabası içine girerken, Pádraic tam tersine, hayatın basit keyiflerinden mutluluk bulan bir figürdür. Burada Sartre’ın “varoluş özden önce gelir” düşüncesi devreye girer: Colm, yaşamın kendisine bir anlam yüklemek zorunda hissederken, Pádraic varoluşu olduğu gibi kabul eder. Bu iki yaklaşım, filmin ana felsefi çatışmasını oluşturur.

Pádraic’in masumiyetini yitirmesi ve Colm’un karanlık yolculuğu, aynı zamanda insanın kendi kimliğini sorgulamasına, yalnızlık korkusuna ve başkalarıyla olan ilişkilerinin ne kadar kırılgan olduğuna dair derin bir felsefi sorgulama sunar. İki karakterin yaşam karşısındaki duruşları, nihilizm ve varoluşçuluk arasındaki çizgide gidip gelir.

Film, İrlanda kıyılarındaki hayali bir kasaba olan Inisherin’de geçiyor. Bu izole ada, filmin psikolojik ve felsefi temasını pekiştiriyor. McDonagh, doğanın yalnızlığını ve kasvetini kullanarak, karakterlerin içsel boşluklarını ve yalnızlıklarını görsel olarak da yansıtır. Geniş, açık alanlar ve insanın bu devasa doğa karşısındaki küçüklüğü, varoluşun boşluğunu hissettirir.

Filmde sıkça kullanılan uzun çekimler, karakterlerin içsel dünyalarını açığa çıkarır. Özellikle Colm’un yalnız oturduğu sahnelerde kamera, onun düşüncelerini ve ruhsal çözülüşünü izleyiciye yavaş yavaş sunar. Inisherin’in kasvetli atmosferi, karakterlerin içsel yalnızlıklarıyla örtüşür; ada, tıpkı Colm ve Pádraic gibi, dünyadan kopmuş, kendi içine dönmüştür. Bu izolasyon, filmin görsel dilinde bir metafor haline gelir: Karakterler ne kadar birbirlerinden uzaklaşsalar da, ada onları bir arada tutar ve bu paradoks, filmin dramatik geriliminden beslenir.

Filmde diyaloglar, McDonagh’ın tiyatro geçmişinin etkilerini taşır. Karakterlerin birbirleriyle olan konuşmaları, derin felsefi sorgulamalara kapı aralayan bir yapıya sahiptir. Colm ve Pádraic arasındaki her diyalog, yüzeydeki basit bir çatışmayı anlatıyor gibi görünse de, alt metinlerinde insan doğasının zayıflıklarına ve varoluşun anlam arayışına dair güçlü mesajlar barındırır. McDonagh, bu diyaloglarla hem felsefi derinlik kazandırır hem de karakterlerin ruhsal çözülüşünü izleyiciye etkili bir şekilde aktarır.

The Banshees of Inisherin, yalnızca iki dostun hikayesini anlatmakla kalmaz, aynı zamanda insan ruhunun derinliklerine inen, varoluşun anlamına dair felsefi bir sorgulamayı da beraberinde getirir. Colm ve Pádraic’in dostluğunun sona ermesi, insanın yalnızlığına ve varoluşun kaçınılmaz sancılarına dair evrensel bir anlatı sunar. Film, psikolojik derinliği ve felsefi arka planıyla, modern sinemanın en etkileyici eserlerinden biri olarak öne çıkıyor. McDonagh’ın sinematik ustalığı, bu hikayeyi yalnızca anlatmakla kalmaz; aynı zamanda izleyiciyi karakterlerin içsel dünyalarına doğru derin bir yolculuğa çıkarır.

Bu film, insan doğasının ne kadar kırılgan, ilişkilerin ne kadar çabuk çözülebilir ve yaşamın ne denli absürt olabileceğini gözler önüne seren bir başyapıt olarak uzun süre akıllarda kalacaktır.

ANIL TOPÇU

Film Analisti ile Sosyal Medya Editçiliği Arasındaki Çin Seddi

Film analizi, genellikle yalnızca anlatının çözümlenmesi gibi basit bir işlem olarak algılansa da, aslında sinematografi, montaj, diegetik ve diegetik olmayan unsurlar, mizansen, auteur teorisi, semiotikten post-yapısalcılığa kadar uzanan geniş bir teorik yelpazeyi kapsayan, son derece komplike bir entelektüel disiplindir. Bu disiplin, yalnızca film teorisi ve sinema tarihi bilgisi ile sınırlı kalmamakta; izleyicinin filmi anlamlandırma sürecini de içine alan hermenötik yaklaşımları, psikanalitik çözümlemeleri, kültürel ve politik bağlamları da içerir. Dolayısıyla, film analizi yapmak, hem formalist hem de postmodernist bakış açıları arasında gidip gelen çok katmanlı bir okuma pratiğini gerektirir.

Her şeyden önce, film analisti, sinemanın özsel yapısını çözümlemelidir. Sinematografik tekniklerin (kadranlar, plan-sekanslar, çekim açıları, kamera hareketleri) kullanımı ve bu tekniklerin yarattığı anlam ilişkilerini, Christian Metz’in sinemaya dair göstergebilimsel analizlerinden yararlanarak değerlendirmek gereklidir. Burada Eisenstein’ın montaj teorisi ile Jean-Luc Godard’ın atonal kurgusunu karşılaştırmalı bir şekilde ele almak, montajın yalnızca mekanik bir anlatı aracı olmadığını, aynı zamanda diyalektik bir anlam üretme aracı olduğunu ortaya koyar. Bu çerçevede, mizansenin filmdeki sembolik işlevi, mekânın ve dekorun yalnızca görsel estetik değil, aynı zamanda metinsel bir yapı sunduğunu da göz önüne alarak incelenmelidir. Özellikle Jacques Aumont’un mizansene dair çözümlemeleri, bir sahnenin kompozisyonunun, ışıklandırmasının ve aktörlerin mekânda konumlanışının, metinsel alt anlamlar yarattığını gösterir.

Sinema estetiği üzerine tartışırken, André Bazin’in uzun plan kuramı ve derin odak kullanımının analizi de zorunludur. Bazin, montajın sinematik gerçekliği bozduğunu öne sürerek, derin odak ve uzun planların gerçekliği yakalamada daha etkili olduğunu savunur. Bu noktada, “sinema verité” akımıyla paralellikler kurmak ve kurgu üzerine farklı perspektifleri analiz etmek, izleyicinin filmle kurduğu epistemolojik ilişkiyi anlamada kritik bir rol oynar. Deleuze’ün “hareket-imge” ve “zaman-imge” kavramları üzerinden yapılan bir okuma, özellikle modern sinemada zamanın ve mekânın manipüle ediliş biçimlerini anlamlandırmak için elzemdir. Deleuze’ün sinemada zamanın akışını kesintiye uğratan ve ona yeni bir boyut kazandıran “kristal-imge” kavramı, modernist ve postmodernist sinemanın anlatı yapılarının çözümlemesinde temel bir araçtır.

Film analizinde bir diğer önemli boyut, auteur teorisinin doğru bir şekilde anlaşılması ve uygulanmasıdır. Bu teoriye göre, bir yönetmen, tıpkı bir yazar gibi, filmin asıl yaratıcı zihnidir ve filmlerindeki temalar, üsluplar ve anlatı yapıları, yönetmenin sanatsal vizyonunun bir yansımasıdır. Bu bağlamda François Truffaut’nun auteur kuramına dair geliştirdiği fikirler ile Roland Barthes’in “yazarın ölümü” kavramı arasında bir gerilim bulunmaktadır. Analizci, yönetmenin stilistik imzalarını (örneğin Stanley Kubrick’in simetriye dayalı kadranları, Alfred Hitchcock’un gerilim yaratmadaki ustalığı veya Ingmar Bergman’ın varoluşsal temaları) yakalayabilmeli, ancak Barthes’ın metin merkezli analizini göz önünde bulundurarak, metnin bağımsız bir anlam üreticisi olduğunu da kabul etmelidir. Bu noktada, auteur teorisinin post-yapısalcı eleştirilerle nasıl dönüştüğünü ve yeniden değerlendirildiğini tartışmak gereklidir.

Psikanalitik film teorisi, özellikle karakterlerin bilinçdışı arzularını ve travmalarını anlamada önemli bir rol oynar. Sigmund Freud’un rüya teorisi, özellikle David Lynch gibi yönetmenlerin filmlerindeki bilinçdışı temsilleri çözümlemekte hayati bir önem taşır. Bununla birlikte, Laura Mulvey’in feminist film teorisi kapsamında geliştirdiği “male gaze” (erkek bakışı) kavramı, sinemada bakışın iktidar ilişkileriyle nasıl şekillendiğini sorgulayan önemli bir çerçeve sunar. Bu teorik araçlar, bir filmin cinsiyet, kimlik ve toplumsal yapıların nasıl temsil edildiğini çözümlemekte kritik bir işlev görür. Mulvey’in psikanaliz ve film teorisini birleştiren yaklaşımı, izleyicinin özdeşleşme süreçlerini anlamada merkezi bir rol oynar. Film analizinde, bu tür psikanalitik yaklaşımlar kullanılarak, karakterlerin ve izleyicinin arzularının, korkularının ve saplantılarının derinlemesine bir çözümlemesi yapılmalıdır.

Film teorisinde ideolojik çözümlemeler de kaçınılmazdır. Louis Althusser’in ideoloji üzerine geliştirdiği kavramlar, sinemada öznenin nasıl kurulduğunu anlamamıza yardımcı olur. Bir filmin hangi ideolojik araçlar ile seyirciye bir dünya görüşü sunduğu, filmin ideolojik aygıtlarının çözümlemesi ile ortaya çıkarılabilir. Gramsci’nin hegemonya teorisi, filmlerdeki kültürel temsilleri ve bu temsillerin toplumsal yapılarla nasıl ilişkili olduğunu anlamamızı sağlar. Özellikle Hollywood sineması, hegemonik ideolojilerin taşıyıcısı olarak işlev görür ve bu noktada Antonio Negri ve Michael Hardt’ın “küresel imparatorluk” kavramı üzerinden bir analiz yapılması yerinde olacaktır.

Bütün bu teorik çerçeveler ışığında, bir film analizinin yapılabilmesi, yukarıda belirtilen çeşitli disiplinlerin ve teorilerin detaylı bir biçimde bilinmesini ve bunların film üzerindeki izdüşümlerinin doğru bir şekilde yorumlanmasını gerektirir. Analistin, filmin içerdiği her bir anlam katmanını, hem sinema teorisi hem de daha geniş entelektüel çerçeveler içinde yorumlaması, film metninin derinlemesine bir çözümlemesine olanak tanır. Film analizi, sadece teknik ve anlatı unsurlarının çözümlenmesi değil, aynı zamanda sinemanın kültürel, politik ve estetik bir nesne olarak ele alınmasını gerektiren, derin bir kavrayışla yapılması gereken bir sanattır.

Sonuç olarak, sosyal medyada birkaç film editine bakarak kendini entelektüel sananların aksine, gerçek bir film analizi yapmak, çok katmanlı teorik bilgi ve disiplinlerarası bir derinlik gerektirir.

ANIL TOPÇU

Dünyanın En Kötü İnsanı (The Worst Person in the World)

Dünyanın En Kötü İnsanı (The Worst Person in the World), günümüz modern insanının kimlik arayışını ve varoluşsal krizlerini ele alan bir yapıt olarak karşımıza çıkıyor. Film, hayatın kaotik doğasını ve bireylerin bu kaos içinde kim olduklarını bulmaya çalışırken karşılaştıkları içsel çatışmaları gözler önüne seriyor. Özellikle baş karakter Julie, kendi seçimleri ve bu seçimlerin sonuçları arasında sıkışıp kalan, derinlemesine analiz edilebilecek bir karakter olarak dikkat çekiyor.

Julie’nin yaşamındaki en temel psikolojik dinamik, sürekli bir kimlik arayışı ve kararsızlık haliyle yüzleşmesidir. Gençlik döneminde ve yetişkinliğe geçiş evresinde sıkça görülen bu tür kararsızlıklar, bireylerin hayatlarının anlamını ve yönünü bulmakta zorlandıkları anlarda zirveye ulaşır. Julie’nin bir meslekten diğerine, bir ilişkiden başka bir ilişkiye geçişi, içsel bir boşluğu doldurma çabası olarak görülebilir. Freud’un kişilik yapısında ‘ego’nun rolüne benzer bir şekilde, Julie de hayatının belirli alanlarında tutunacak bir dal ararken, sürekli bir denge arayışı içindedir. Ancak bu denge arayışı, Julie’nin tam anlamıyla kim olduğunu keşfetmesini engeller. Kendi benliğiyle olan bu çatışma, insanın en temel psikolojik mücadelelerinden biri olarak karşımıza çıkar. Julie, psikolojik olarak sürekli ‘olması gereken’ ile ‘olduğu kişi’ arasındaki çatışmayla boğuşur.

Varoluşçu filozoflar, bireyin kendini tanımlama ve özgürlüğüyle ilgili temel sorunlara dikkat çekerler. Sartre’ın ünlü aforizması “İnsan, kendi varoluşunu belirleyen tek varlıktır” ifadesi, Julie’nin hikayesinde yankı bulur. Julie, seçimlerini özgür iradesiyle yapıyor gibi görünse de, aslında bu seçimlerin ağırlığı altında ezilir ve kendi benliğini bulmakta zorlanır. Seçimlerin sonuçlarına katlanmanın zorluğu, onu derin bir varoluşsal boşluğa sürükler. Heidegger’in ‘varoluş kaygısı’ kavramı, Julie’nin durumunu daha iyi anlamamızı sağlar. Film boyunca, Julie’nin hayatının anlamını arayışının aslında kendi varlığının özünü bulma çabası olduğunu görürüz. Heidegger, insanın sürekli bir ‘hiçliğin eşiğinde’ olduğunu söyler ve bu hiçlik, Julie’nin hayatındaki belirsizlik ve kararsızlıkla örtüşür.

Julie, hayatı boyunca kendisini sürekli olarak bir arayış içinde bulur. Ancak bu arayışın doğası, onu yetersizlik ve kararsızlık içinde bırakır. Filmin başından sonuna kadar, Julie’nin kişisel gelişiminde ciddi bir ilerleme görmeyiz; bu da onun trajedisini derinleştirir. Kendini gerçekleştiremeyen bir birey olarak, sürekli olarak içsel bir boşlukla karşı karşıya kalır. Nietzsche’nin ‘üstinsan’ kavramı, kendi değerlerini yaratabilen ve hayatına anlam katabilen bireyi tanımlar. Julie ise bu tanımın karşısında, sürekli olarak dışsal güçler ve kendi içsel çelişkileri arasında sıkışıp kalmış bir karakter olarak karşımıza çıkar. Hayatındaki boşlukları doldurmak için kısa vadeli çözümler arar, ancak bu çözümler onu daha derin bir boşluğa sürükler.

Dünyanın En Kötü İnsanı, modern bireyin kimlik arayışını, kararsızlıklarını ve varoluşsal kaygılarını etkileyici bir şekilde ele alır. Julie’nin hikayesi, hayatı boyunca kim olduğunu bulmaya çalışan, ancak bu süreçte sürekli olarak seçimlerinin ağırlığı altında ezilen bir bireyin psikolojik ve felsefi derinliklerini gösterir. Film, insanın varoluşsal boşluğunu ve bu boşluğun kendi kimliğini bulma sürecindeki rolünü izleyiciye sunar. Nihayetinde, filmdeki karakterlerin hepsi, kendi içsel boşluklarıyla yüzleşmek zorunda kalan insanlık hallerini temsil eder.

Echo’nun Tragedyası

Hiçbir haziran kimsesiz değildir,

Bütün sardunyalar kusmuştur suyu.

ve toprak doymamıştır kalabalığa…

Bütün ağustoslar balkona dikilmiş,

Hiçbir masal yazılmamıştır yaşayan.

Gün döner, gece öykünür

ve hatrımda kin büyür

yüzünde kibir.

ANIL TOPÇU

YER ALTINA AĞIT

Yaşam urganca boğazımı düğümlerken

Bir var bir yok kaygısı,

Hiç’te demirlenmiş.

Koşaradımlarda bir aksak dünyaya gelmişmiş….

Mukadderatın keskin ağzı bileyli,

Yırtacak yer arıyormuşmuş…

İki kolumun açıklığında

Ölüm yerleşmiş.

Bütün acıları gövdeden

temizlermişmiş…

ANIL TOPÇU

İlgi Manyağı (Sick of Myself) ve Narsizmin Karanlık Yüzü

Thomas Vinterberg’in yönettiği “Sick of Myself” filmi, bir insanın kendi varoluşuna karşı beslediği takıntıyı, en uç noktalara taşıyan bir yapıt olarak dikkat çeker. Filmde karakterler, özellikle Signe, modern dünyada sıkça karşılaştığımız narsist eğilimlerin bir yansımasıdır. Signe, hayatının merkezine kendini koyar ve başkalarının onayını, ilgisini sürekli talep eden bir yapıya bürünür. Onun için var olmak, ancak başkalarının gözünde var olmak anlamına gelir.

Filmdeki ana karakter, ilişkilerinde ve sosyal çevresinde kendini sürekli öne çıkarmaya çalışan, buna bağlı olarak kişisel çıkarları uğruna her türlü ahlaki sınırı zorlayan biridir. Bu karakter, kendini özel ve farklı hissetme arzusunu tatmin edebilmek adına, çevresindekilere zarar vermekten çekinmez. Signe’nin narsizmi, onu, toplumun kabul ettiği tüm etik değerleri hiçe saymaya iter. Film boyunca, bu karakterin kendisiyle yaşadığı mücadele ve bunun sonucu olarak aldığı yanlış kararlar, izleyiciye narsizmin ne denli yıkıcı olabileceğini gözler önüne serer.

Narsizm, antik mitolojiye kadar uzanan kökleriyle insanoğlunun en derin zayıflıklarından biridir. Efsaneye göre, Narkissos adında bir genç, sudaki yansımasına aşık olur ve kendini seyrederken hayatını kaybeder. Bu mit, günümüz dünyasında da yankısını bulur; zira modern birey, aynadaki yansımasını görmek için her türlü teknolojik ve sosyal imkanı kullanır. Ancak “Sick of Myself” filminde izlediğimiz narsist kişilikler, sadece kendilerine hayran olmakla kalmazlar; aynı zamanda başkalarının da bu hayranlığı paylaşmasını isterler.Narsizmin modern dünyadaki yansımaları, sadece kişisel düzeyde değil, toplumsal yapının geneline de sirayet eder. Sosyal medyanın etkisiyle, herkes bir şekilde görünür olmayı ve kabul edilmeyi arzular. İnsanlar, beğeni ve takipçi sayılarını artırma çabası içinde, kendilerini sürekli olarak sunar ve yüceltirler. Bu çılgınlıkta, bireyin kendi özüne olan saygısı azalırken, dış dünya tarafından nasıl algılandığına dair takıntısı artar. Signe’nin filmdeki tavırları da tam olarak bu sürecin bir örneğidir: Onaylanma ve ilgi arayışı, onu bir yıkıma sürükler.Narsist bireyler, kendi benliklerini aşırı derecede önemserken, empati yeteneklerini kaybederler. Başkalarının duyguları, düşünceleri ya da acıları onlar için önemsiz hale gelir. Signe de film boyunca bu körlüğü yaşar. Onun için önemli olan, başkalarının onun varlığını fark etmesidir. Bu fark edilme arzusuyla, kendini hasta etmek pahasına dahi olsa, ilgi odağı olmayı başarmaya çalışır.

“Sick of Myself”, narsizmin insan ruhuna ve topluma nasıl zarar verebileceğini güçlü bir şekilde ele alan bir yapım olarak karşımıza çıkar. Narsist bireylerin yaşadığı yalnızlık, çevrelerinden kopukluk ve içsel boşluk, filmde ustalıkla işlenmiştir. Signe’nin hikayesi, modern dünyanın benlik saplantısının ne denli tehlikeli sonuçlar doğurabileceğini çarpıcı bir şekilde ortaya koyar. Film, izleyiciye sadece bir karakterin hikayesini değil, aynı zamanda içinde yaşadığımız toplumun da bir eleştirisini sunar.

ANIL TOPÇU

Ölümle Yüzleşmek: “Ikiru(Yaşamak)” Filminde Varoluşun Anlamını Arayış

Akira Kurosawa’nın 1952 yapımı “Ikiru” (Yaşamak) filmi, sinema tarihinin en etkileyici ve derinlikli eserlerinden biri olarak kabul edilir. Kurosawa’nın yönetmenlik kariyerinin zirve noktalarından biri olan bu film, hem bireysel varoluşun anlamını sorgular hem de toplumsal yapılar ve bürokrasi üzerine keskin bir eleştiri sunar. Film, hayatının son günlerini yaşayan bir bürokratın (Kanji Watanabe) hayatına anlam katma çabasını anlatır ve bu süreçte felsefi, psikolojik ve toplumsal ögeleri ustalıkla işler.

“Ikiru”, varoluşsal bir kriz üzerine kurulu bir filmdir. Kurosawa, Jean-Paul Sartre ve Albert Camus gibi varoluşçu filozofların etkilerini eserinde barındırır. Kanji Watanabe’nin hayatının son evresinde yaşadığı dönüşüm, Heidegger’in “ölüm karşısında otantik varoluş” kavramıyla paralellik gösterir. Watanabe, yaşamının sonuna geldiğinde, varoluşunu yeniden sorgulamaya başlar ve ölümün yaklaştığı gerçeğiyle yüzleşir. Bu durum, ona gerçek anlamda “yaşamak” ne demektir sorusunu sordurur. Heidegger’in felsefesinde, birey ancak ölümle yüzleştiğinde otantik bir varoluşa ulaşabilir. Watanabe’nin hayatını yeniden değerlendirmesi ve anlam arayışı, bu felsefi düşünceyle güçlü bir bağ kurar.

Filmdeki bir diğer önemli felsefi tema ise Camus’nün “absürt” kavramıdır. Camus’ye göre, hayatın anlamı yoktur ve bu anlamsızlık insanı derin bir çaresizliğe sürükler. Ancak insan, bu absürtlük karşısında mücadele etmeli ve kendi anlamını yaratmalıdır. Watanabe’nin, hayatının son demlerinde bir park inşa etmeye karar vermesi, bu absürt durum karşısında kendi anlamını yaratma çabasının bir yansımasıdır.

Watanabe’nin karakteri, psikolojik olarak derinlemesine incelenmeye değer bir yapıya sahiptir. Film, Watanabe’nin ölümle yüzleşmesini ve bu yüzleşmenin onun psikolojisinde yarattığı değişimi etkileyici bir şekilde ele alır. Filmin başında Watanabe, yıllarını monoton bir iş hayatına adamış, ruhsuz bir bürokrattır. Ancak kanser olduğunu öğrendiğinde, bu sıradan yaşam tarzının onun için artık bir anlam ifade etmediğini fark eder. Bu, Watanabe’nin yaşamının tamamında bastırdığı korku ve kaygıların yüzeye çıkmasına neden olur.

Elisabeth Kübler-Ross’un yas süreçlerini ele alan teorisi, Watanabe’nin yaşadığı psikolojik dönüşümü anlamakta kullanılabilir. İlk başta Watanabe, inkâr ve şok evresindedir; doktorunun söylediklerini anlamakta zorlanır. Ardından öfke ve pazarlık evresine geçer; hayatının boşa geçtiğini düşünerek bu kayıp zaman için kendi içinde bir hesaplaşma yaşar. Nihayetinde kabullenme evresine geçer ve yaşamını yeniden anlamlandırmak için harekete geçer. Bu süreç, Watanabe’nin içsel çatışmalarını ve nihai huzura ulaşma çabasını gözler önüne serer.

Kanji Watanabe

Filmin ana karakteri Kanji Watanabe, hayatta anlam arayışının simgesidir. Watanabe’nin sessiz ve mütevazı kişiliği, onun içsel acısını ve kaygısını gizler. Ölüm haberini aldıktan sonra yaşadığı dönüşüm, onun karakterinin derinliklerini ortaya çıkarır. Watanabe, hayatının son günlerinde ne kadar büyük bir boşluk içinde olduğunu fark eder ve bu boşluğu doldurmak için bir amaç bulmaya çalışır. Watanabe’nin park inşa etme kararı, onun bu içsel boşluğu doldurma ve anlam arayışının bir yansımasıdır.

Toyo Odagiri

Toyo, Watanabe’nin iş yerindeki genç bir kadındır. Watanabe’nin hayatındaki anlam arayışında önemli bir rol oynar. Toyo, hayat dolu ve enerjik bir karakterdir; bu özellikleri Watanabe’nin hayatında eksik olan unsurları temsil eder. Watanabe, Toyo’nun enerjisini ve yaşam sevincini kıskanır ve onunla vakit geçirdikçe, kendi hayatındaki eksikliklerin daha fazla farkına varır. Toyo, Watanabe’ye kendi hayatını nasıl yaşayabileceği konusunda bir model sunar, ancak aynı zamanda onun anlam arayışının yetersiz kaldığını da gösterir.

Akira Kurosawa’nın yönetmenlik tarzı, “Ikiru” filminde de kendini gösterir. Kurosawa, minimalizm ve sembolizmle dolu bir sinematografi kullanır. Watanabe’nin karanlık ve kasvetli ofisi, onun iç dünyasındaki boşluğu ve umutsuzluğu simgeler. Kurosawa’nın kamerası, karakterlerin psikolojik durumlarını yansıtmak için sıklıkla yakın çekimler kullanır. Özellikle Watanabe’nin yüzündeki ifadeler, onun içsel acısını ve dönüşümünü izleyiciye aktarmada önemli bir rol oynar.

Filmin son bölümünde yer alan sahne, Kurosawa’nın ustalığını bir kez daha ortaya koyar. Watanabe, karla kaplı bir parkta, bir salıncakta otururken görüntülenir. Bu sahne, onun içsel huzurunu ve yaşamını anlamlandırma çabasının bir simgesidir. Kurosawa, bu sahneyi sade ve etkileyici bir şekilde sunarak izleyiciyi Watanabe’nin içsel yolculuğunun bir parçası yapar.

“Ikiru”, yalnızca bir film olmanın ötesinde, insan yaşamının anlamı üzerine derin bir meditasyon olarak değerlendirilebilir. Akira Kurosawa’nın ustalıkla işlediği felsefi, psikolojik ve toplumsal ögeler, filmi zamansız bir klasik haline getirmiştir. Kanji Watanabe’nin yaşamının son demlerinde bulduğu anlam arayışı, izleyiciyi kendi yaşamını sorgulamaya ve anlamını keşfetmeye davet eder. Kurosawa’nın sinematografisi, bu derin temaları görsel olarak da destekleyerek filmin etkisini artırır.

Watanabe’nin salıncakta söylediği şarkı, hayatının tüm anlamını özetler niteliktedir:

“Hayat kısa, aşık ol. Kızıl yanaklı sevgilim, şimdi şarkı söyleyerek…”

Bu sözler, Watanabe’nin son anlarında bulduğu huzurun ve yaşamın kıymetini bilmenin önemini vurgular. “Ikiru”, her izleyiciye bir şeyler fısıldayan, derin ve anlamlı bir eser olarak sinema tarihindeki yerini almıştır.

ANIL TOPÇU

İHTİMALLER MAKİNESİ

Eline ihtimaller verildi.

İlkinde yüzde 16.67’ydi.

İkincisinde yüzde 20 oldu.

Derken üçüncüsü yüzde 25 yaptı.

Dördüncü yüzde 33.33 etti.

Beşinciyi hesaplamaya gerek kalmadı.

Kafası masaya düştü.

Altıpatlar da yere.

ANIL TOPÇU

ADN Bilişim Tarafından Tasarlandı